Birinci Sanayi Planı (1933-1937) sayılmasa bile, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1967) ile başlayan Türkiye'nin ulusal ölçekte planlama deneyimi yaklaşık 50 yıla ulaşmış. Plan kültürünün yerleşmesi açısından, hukukun üstünlüğünü tesis etmiş toplumlar için hiç de azımsanacak bir süre değil. Kent planlama pratiğinin tarihi ise çok daha eskilere uzanıyor.

Yürürlükteki, Uzun Vadeli Strateji (2001-2023), Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), Türkiye'nin AB Müktesebatına Uyum Programı (2007-2013), Orta Vadeli Program (2012-2014) ile Kırsal Kalkınma Planı (2010-2013), Sanayi Strateji Belgesi (2011-2014), Türkiye Turizm Stratejisi (2023), Elektrik Enerjisi Piyasası ve Arz Güvenliği Strateji Belgesi gibi sektörel belgeler, kamu idarelerinin stratejik planları, yıllık programlar, bölge planları, imar planları (nazım imar planları ve uygulama imar planları), il çevre düzeni planları, mastır planlar, eylem planları gibi belgelerin çokluğuna ve bunlar arasındaki hiyerarşik ilişkilerin düzenlenmiş olmasına bakılırsa, toplumu ilgilendiren kararların akşamdan sabaha alınmadığı, bunların, üzerlerinde çok çalışılmış strateji, plan ve programlara bağlandığı düşünülebilir. Hatta, planların, çoğunlukla ilgili kesim temsilcilerinin görüşü alınarak hazırlanan belgeler olduğu bilindiğine göre, toplumun, kendisi ile ilgili temel kararların şekillenmesine katıldığı da varsayılabilir.

Gerçek böyle mi? Yaptırımı bulunan düzenlemelere uyulmayan bir toplumda, yaptırımı bulunmayan planları kim takar? Yeterince takılmadığı içindir ki, yerel ölçekte de, ulusal ölçekte de, sektörel düzeyde de planlar ile gerçekleşmeler genellikle farklı. Plana uygunluğun zorunlu olduğu durumlarda da gücü yeten planı değiştirtiyor. Öte yandan, planları hazırlayanlardan / hazırlatanlardan kimin işi ne kadar ciddiye aldığı, yaptığı işin ne kadar ehli olduğu, ne ölçüde nesnel davrandığı ve dolayısıyla planların niteliği de ayrıca sorgulanmalıdır.

Yerel ölçekteki keyfilik daha görünür durumdadır. Gündelik yaşamı doğrudan etkiliyor. Kentleri kuşatan derme çatma yapılar; kent içi ulaşımda çok sık değişen düzenleme, kargaşa ve tıkanmalar; temel ihtiyaçların karşılanmasında ve sosyal donatılardaki yetersizlik, kalitesizlik ve kusurlar; çok sık duyulan imar planı değişikliği haberleri, parsel bazındaki ayrıcalıklar…

Son yıllarda kalkınma ajanslarınca hazırlanmaya başlanan bölge planlarının kaderinin de farklı olması beklenemezdi bu ortamda. Nitekim onları da kimsenin umursamadığı görülmeye başlandı. Buna dair kamuoyuna yansımış iki örnekten söz edilebilir. Birincisi, Sinop ilini de kapsayan TR82 Düzey 2 Bölgesinin 2011-2013 Bölge Planında termik santrallerin yaygınlaşması tehditlerden biri olarak kabul edilirken ve Bölgede gerçekleştirilmek istenen sosyoekonomik gelişme sürecinde, doğanın kendisini yeniden üretebilme yetisini muhafaza etmesi gerektiğine ve doğayı korumanın önemine özel vurgu yapılırken, Gerze ilçesine ithal kömüre dayalı santral yapımı için lisans verilebilmesidir. İkinci örnek İstanbul’dan. 2010-2013 İstanbul Bölge Planı’nda da imar planında da hiçbir şekilde yer almayan İstanbul Kanal Projesinin (Çılgın Proje), son genel seçimlerde bir vaat olarak Başbakan tarafından dillendirilmesidir.

Ulusal ölçekteki planların bir anlam ifade etmediğini konuyla ilgilenenler fark edebiliyor. Örneğin Beş Yıllık Kalkınma Planlarında öngörülen hedefler gerçekleşmiş olsaydı, yerel yönetimlere daha fazla yetki ve kaynak aktarılmasını öngören yerel yönetim reformu çoktan yapılmış, bölgeler arasındaki gelişmişlik farkı hayli azaltılmış, ilk ve orta öğretimde derslik başına düşen öğrenci sayısı 30'a çoktan düşmüş, (Bu yıl bunun ortalama olarak 70-80'e çıkacağı belirtiliyor.), ilköğretimde okullaşma oranı %100'e çoktan çıkmış, yargı süreci çoktan hızlandırılmış, GAP kapsamındaki yatırımlar çoktan tamamlanmış, AB’ye uyum sağlayacak düzenlemeler çoktan yapılmış, ekonomide kayıt dışılık kalmamış, nükleer santral(ler) çoktan kurulmuş olurdu.

Planların ciddiye alınmadığı, daha yakın geçmişe, mevcut siyasal iktidar döneminde hazırlanmış planlara ve uygulamalara bakarak da söylenebilir. Örneğin, ETKB 2010-2014 Stratejik Planında (SP), “Yapımına başlanan 3.500 MW’lık yerli kömür yakıtlı termik santralların 2013 yılı sonuna kadar tamamlanması sağlanacaktır” denilmiş ve bunlardan toplam 2.200 MW gücünde olanların 2012 yılı sonuna değin tamamlanmış olacağı öngörülmüştür. Bu SP yayımlandıktan sonra bugüne değin tamamlanan yerli kömür yakıtlı termik santral var mı? Aynı SP’de, “… rüzgar enerjisi kurulu gücünün, 2015 yılına kadar 10.000 MW’a çıkarılması sağlanacaktır.” da denmiş. Şimdilerde (Eylül 2012) 2.000 MW’ı yeni aşan toplam gücün 2014 sonuna kadar 10.000 MW’a çıkarılabilmesi mümkün mü?
Planlarla uyumlu olmayan uygulamaların, hedeflerinden büyük ölçüde sapan planların örnekleri çoğaltılabilir. Ama yaratacağı sonuçlar açısından belki de en önemli örnek, nerede ise her yeni bakanla birlikte değiştirilen eğitim sisteminde bu yıl yapılan köklü değişikliklerdir.

Kamuoyunda 4+4+4 yasası olarak bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’dan söz ediyoruz. Getirilen sistemin amacı, doğruluğu / yanlışlığı ile öğrencilere, öğretmenlere, velilere, eğitimin niteliğine ve dolayısıyla da topluma etkilerini uzmanları tartışıyor. Onlar ayrı. Burada, toplumun genelini ilgilendiren bir düzenlemenin yeterince tartışılmadan, üzerinde uzlaşılmadan, var olan planlar dikkate alınmadan yasalaşması üzerinde durulmaktadır.

Gerçekten demokratik bir hukuk devletinde, bir yasa, özellikle toplumun genelini ilgilendiren, gelecek kuşakları biçimlendirecek bir yasa nasıl hazırlanır? Herhalde hiç aceleye getirilmeden, ilgili tüm kesimlerin görüşleri alınarak, uygarca tartışarak ve yüksek oranlardaki uzlaşılarla hazırlanıyordur. Bizde de, konusuna, amacına ve içeriğine bağlı olarak, yasa ve yönetmelik hazırlamada benzer süreçlerin izlenebildiği biliniyor. Bir örnek: Maden Kanunu’nda 2010 yılında yapılan değişiklikler. Her ne kadar ETKB Stratejik Planında öngörülmüş olunmaması gibi bir zaafı bulunsa da, anılan düzenleme, ilgili Genel Müdürlüğün koordinasyonunda üzerinde aylar boyu çalışılması, madencilikle ilgili hemen tüm kesimlerin görüşlerinin alınması, Mecliste ilgili Komisyonda ve Alt Komisyonda haftalarca tartışılması ve taraflar arasında öyle ya da böyle bir mutabakat aranması sonrasında yasalaştı. Ardından, Kanun’un Uygulama Yönetmeliğinin hazırlanmasında da, benzer bir katılımcılık sağlanmaya çalışıldı.

Peki 4+4+4 sistemi nasıl yasalaştı? Hatırlayalım. Hiç biri eğitim uzmanı olmayan 5 AKP Grup Başkan Vekilinin imzasıyla yasa teklifi olarak 20.02.2012 tarihinde Meclise sunuldu. Komisyonda ve Genel Kurulda, başka bazı tekliflerle birleştirilerek hızla görüşüldü; kavga gürültü arasında, doğru dürüst tartışılmadan, toplumun önemli bir kesiminin kararlı muhalefetine karşın, adeta kanırta kanırta 30.03.2012 tarihinde, yani hepi topu 40 günlük bir sürede yasalaştı! Toplumun görece küçük bir kesimini doğrudan ilgilendiren Maden Kanunu’ndaki değişiklikler aylar boyu tartışılarak yapılırken, toplumun genelini doğrudan ilgilendiren eğitim sistemi 40 günde apar topar kökten değiştirildi!

İlginçtir, Milli Eğitim (ME) Temel Kanunu’nun, Planlılık kenar başlığı altında (m. 14) “Milli eğitimin gelişmesi iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma hedefl
erine uygun olarak (…) planlanır ve gerçekleştirilir.” hükmü de bulunmaktadır. Yürürlükteki Dokuzuncu Kalkınma Planında ve ME Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik Planında 4+4+4 sistemine ilişkin her hangi bir hedef var mı? Yok. Bu konu daha önce herhangi bir yerde adam gibi tartışıldı mı? Hayır. Görevleri arasında “Eğitim ve öğretimin her kademesi için ulusal politika ve stratejileri belirlemek (…) ortaya çıkan yeni hizmet modellerine göre güncelleyerek geliştirmek.” de bulunan ME Bakanlığı, sistem değişikliği görüşmelerine resmen dahil edildi mi? Hayır.

İktidar partisinin, daha 7 ay önce yapılmış Milletvekili Genel Seçimi öncesinde açıklanan seçim bildirgesinde, bu sisteme dair bir görüş var mı? Yok. Orada zorunlu eğitimin 12, belki de 13 yıla çıkarılması gibi aklı başında herkesin destekleyeceği bir görüş var. Bugünkü Hükümetin Programında bu sistem öngörülmüş mü? Orada da açıkça belirtilmemiş. Programda, “Okul öncesinden, üniversiteye uzanan eğitim basamaklarında milli değerlerimiz ve uluslar arası standartlar esas alınarak eğitim sistemimiz tamamen gözden geçirilecek ve kaliteyi merkeze alan bir dönüşüm programı uygulanacaktır.” ifadesi var. Zaten sistem, Bakanlar Kurulu’nun tasarısı olarak değil, AKP Grup Başkan Vekillerinin teklifi olarak sunuldu Meclise, nedense. Peki nereden çıktı bu 4+4+4 sistemi? Uzun boylu araştırmalara dayanmadığı anlaşılıyor. Ünlü deyimle “kervan yolda düzüldü”.

2010 yılında toplanan 18. ME Şûrası tavsiye kararları arasında tam aynısı olmayan şöyle bir karar görünüyor: “Zorunlu eğitim (…) 1 yıl okul öncesi eğitim, 4 yıl temel eğitim, 4 yıl yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık eğitimi ve 4 yıl ortaöğretim olmak üzere öğrencilere farklı ortamlarda eğitim almaya fırsat verecek şekilde 13 yıl olarak düzenlenmelidir.” Bu karar, Şûranın 5 gruptaki toplam 197 kararından yalnızca biri. Planlarda ve Şûralarda yıllardır yer alan hedeflere / kararlara yönelik hiç bir adım atılmazken, yalnızca son Şûra kararları arasında yer alabilmiş bir öneri tartışılmadan, bazı değişikliklerle hemen yasalaşıyor. Bu durumda, başlıktaki soru bir kez daha sorulmalı: Planlar ne işe yarıyor?

Bu kargaşada, ME Temel Kanunu’na iki seçmeli ders adının, “Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı”, montesi de bir başka alaturkalık örneği. Müfredatı belirleme ME Bakanlığı’nın görevleri arasında iken, anılan yasada ikinci kez okutulacak ders adı zikredilmiş oluyor. İlki 1983 yılında yapılan değişiklikle eklenen din kültürü ve ahlak dersi. Yapılan son değişikliğin biçimsel açıdan da sorunlu olduğu gözlerden kaçırılmamalı. Tanım gereği tüm dinlere / inançlara nötr bir tutum takınması gereken laik bir devletin yasama organı, bir yasa metnindeki “… Hz. Peygamberimizin …” biçimindeki bir ibareyi kabul edebiliyor. İnanılacak gibi değil ama öyle. Cumhurbaşkanı da onaylamış. Bu durumda şu soruya da cevap bulunması gerekiyor mu: “Peygamberimiz” sözcüğündeki iyelik eki kimi tanımlıyor? Devletin tüzel kişiliğini değilse kimi? Devleti ise, Anayasa ile oluşan çelişkiyi gidermek için artık, 1928'de metinden çıkarılmış olan “Devletin dini İslamdır.” ibaresinin Anayasa’ya yeniden eklenmesi gerekmez mi?

Plansızlığın sonuçlarını algılayamamaktan mı, gözü karalıktan mı nedir, okulların fiziksel olarak hazırlanması, müfredatın hazırlanması, öğretmen kılavuz kitapları ile öğrenci kitaplarının hazırlanması ve basılması, öğretmenlerin eğitilmesi vb gibi hazırlıklar dikkate alınmadan, sistem bu öğretim yılında alelacele uygulanmaya başlıyor. Bunca telaş, görülmemiş kaos ne uğruna?

Devletin ve toplumun inançlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasına yönelik çabalar, tarihi sürekli ileriye taşıyan dinamiklere ne zamana kadar galebe çalıyor görünecek?

Toplumun geleceğini biçimlendirecek böylesi köklü bir değişikliğin yapılma sürecinde yaşanan bu “Baskın basanındır!” anlayışı, asgari demokratik yönetim ilkeleriyle, günümüz kamu yönetimi anlayışında esas alınan saydamlık, açıklık, katılımcılık, hesap verebilirlik değerleri ile bağdaşıyor mu?

Kısacası, Anayasamızın 2. maddesinde belirtilen “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti” ifadesinin hakkını layıkıyla verebilmek için almamız gereken çoook yol var. Ama önce niyet olması gerekir.

----------------

Bu yazı 02-10-2012 tarihinde enerjienergy.com adlı web sitesinde yayımlanmaya başlamıştır.

0556340