[Bu yazı, TMMOB Maden Mühendisleri Odası yayını olan Madencilik Bülteni’nin 18. ve 19. sayılarında (1992) iki bölüm halinde yayımlanmıştır. Yazıda önemi özel olarak vurgulanan o dönemin Maden Dairesi ile onun Genel Müdürlüğe dönüştürülmüş biçimi olan Maden İşleri Genel Müdürlüğünün şimdiki durumunu, kurumu yakından tanıyabilen okuyucu kıyaslayabilecek ve aradan geçen bunca yılda neyin değiştiğini / değişmediğini değerlendirebilecektir.]

 

Ülke madenciliğinin –mevzuatın öngördüğü biçimde uygulanıp uygulanmadığının, ciddi ve etkin bir mekanizma aracılığıyla, denetim suretiyle- yönlendirilmesi gibi tarihi bir misyon üstlendiği halde, eski meslektaşlarımızın tabiriyle “…bütün mesaisi imtiyaz işlerinin tedvirine inhisar eden” ve bugünkü piyasa tabiriyle de “… sabah akşam ruhsat kesmekten başka bir iş yapmayan” Teşkilat’ın adam gibi teşkilatlanması gerçekleştirilmeksizin, hiçbir sorunumuzun kalıcı ve köklü bir çözüme kavuşmayacağı Sektör’ün bütün mensuplarınca üzerinde mutabakata varılmış bir   hususdur. Yukarıdaki manşetin devamı da konuya, salt “mevzuat tetkiki” kapsamında değil, “kırk yıllık iğdişin nasıl sağaltılacağı” bağlamında yaklaşmaktadır. Hepinizin bildiği olaylar nedeniyle, Bültenimizin içeriği yılın ilk aylarında aniden yoğunlaşarak aciliyet kazandı; ayrıca, aşağıdaki yazının kapsamı da lâyık olduğu ölçüde işlendiği için, ortaya oldukça uzun soluklu bir inceleme çıktı; dolayısıyla, biz de yazıyı tefrika halinde yayınlamak zorunda kaldık. Mukaddime Faslı’nı fazla uzatmadan, okuyucuları Sayın Kayadelen’in –politikacıları eni konu haşlayan ve kendimize de ince ince dürten – sarkastik üslûbu ile baş başa bırakıyoruz. MADENCİLİK BÜLTENİ1

Mehmet KAYADELEN, Maden Mühendisi

“Herkesin bu ülkede olup bitenlere karışması lazım. Bu ülkenin insanları ne kadar hür olmaya taliplerse o kadar hür olacaklardır. Vatandaş isteyecek. Yok, ben bu kadarını istemiyorum diyen de istediği kadar hür olacak. Yanlış bir şey yaparsam tepki istiyorum...”

Bu sözler Sayın Başbakan Süleyman Demirel’in 16 Nisan 1992 günü TRT 1’in 20.00’deki Ana Haber Bülteninde kendi sesiyle verilen ve ertesi günü gazetelerde yer alan sözleri. Alışıla gelmiş şey mi? Bir başbakan, hele Türkiye’de bir başbakan, toplumu olan bitene karışmaya, daha fazla özgürlük ve hak istemeye davet ediyor. Bu durumda artık bize de düşen;

Yüksek dağlar serin olur üşünür,

Büyüklerimiz/amirlerimiz bizden iyi düşünür.”

tekerlemesinde ifadesini bulan ilkelerimizi bir yana bırakıp, son zamanlarda çok sık yinelenen ve içten olmaması için görünürde hiçbir neden olmayan bu davete madenciler olarak icabet etmek ve aslında üzerimize hiç vazife olmayan (!) bir “olup bitene karışmak” üzere Maden Yasasına ilişkin tartışmalara duhul olmaktır.

POSTACI KAPIYI KAÇ KEZ ÇALAR?

Madencinin müzmin derdi olan, bir türlü gelişemeyen madenciliğimizin adeta sorumlusu olarak gösterilen Maden Yasası şu günlerde yeniden tartışılıyor. Yürürlükte kaldığı 30 yılda sürekli eleştirilen 6309 sayılı Yasadan sonra yürürlüğe giren ve hazırlayanların büyük ümitlerle lânse ettikleri 3213 sayılı Yasa da, kimine göre zaten ölü doğmuştu. Nitekim Yasaya ilişkin değişiklik taslağı önceki hükumet döneminde hazırlandı; tartışmaya açıldı; fakat, emir büyük yerden gelince bu değişiklikler yapılamadı.

Öğrenildiğine göre, kurulduğunda, bir dizi sorun gibi spastik Madencilik Yasasını da kucağında bulan bugünkü hükûmet, “çivisi çıkmış olan” Devleti yeniden yapılandırmak düşüncesi ile bir çok yasada olduğu gibi, Maden Yasasında da değişiklik ya da gerekirse yeniden hazırlama girişimlerini başlatmıştır.

Şimdi, Türkiye için, Türkiye’deki madenciler (defineciler değil) için, bu sektörde ciddi bir şeyler yapmak isteyenler için, yeni bir fırsat doğmuştur. Yıllar sonra yakalanan bu fırsat kaçırılmamalıdır. Tersi durumda Türkiye madenciliği uzunca bir süre daha yerinde sayar. Daha doğrusu yerinde bile sayamaz, geriye gider.

Öte yandan, 32134 sayılı Yasa, hazırlanma süreci açısından da eleştirilmişti. Yasanın dar bir kadro tarafından adeta kapalı kapılar ardında hazırlandığı, yeterince tartışılmadan yasalaştığı söylenmiş; yeni bir yasanın, tüm kesimleri temsil edecek bir kurulca hazırlanması ve madencilik kamuoyunda tartışıldıktan sonra yasalaşması talep edilmişti. Şimdilerde uygulanacak yöntemin bu talepleri ne ölçüde karşılayacağı, demokratik ve katılımlı bir sürecin ne ölçüde yaşanacağı bilinemiyor. Ama bilineni şu: Şimdi top madencilerde. Bu sürece katkısı olabilecek herkese düşen görev, gerekirse aceleye de getirmeden, kusursuz bir yasanın hazırlanabilmesi için gereken çabayı harcamaktır.

Aslında, düşüncelerin yalnızca yasa ile sınırlanmaması daha doğru olacaktır. Kişiler arasındaki ya da kişiler ile Devlet arasındaki ihtilafların en aza indirilebilmesi, işlemlerin daha kolay yürütülebilmesinin sağlanması elbette çok önemlidir. Ancak yakalanan bu fırsatı yalnızca bunlar için kullanmak yanlış olacaktır. Bu nedenle yakalanan bu fırsatta amaç, madenciliğimize yeni bir biçim vermek olarak tanımlanmalı ve Yasanın bütünleyicisi olan yönetmelikler ile bunların uygulayıcısı örgüt de sorunun can damarını oluşturmaktadır. Bundan 20 yıl önce yine böylesi tartışmaların yoğunluk kazandığı bir dönemde sayın Kadri Yersel ve Sayın Murat Turan’ın dedikleri gibi2 “İyi bir örgüt ile, en yetersiz kanunlardan bile iyi sonuç alınabileceği, ama yetersiz bir örgütle en iyi kanun ve düzenlemeden dahi iyi sonuçlar alınamayacağı” unutulmamalıdır.

Bütün bunlar için, öncelikle, Türkiye’de nasıl bir madenciliğin olması gerektiğinin tanımlanması, olması gereken madencilik düzeninin çerçevesinin çizilmesi gerekir. Ancak yapılacak önermeler, bugünkü çarpık işleyişi ya da bu işleyişteki kusurlu öğelerin şimdiki hallerini esas almamalıdır. Ya da, önermelere karşı çıkılırken, var olan yozlaştırılmış insan malzemesi, çarpık işleyiş ya da çürümüş organizasyonların ardına sığınılmamalıdır. Önce doğru hedefler belirlenmeli, daha sonra bu hedeflere ulaşmanın yolları aranmalıdır. Yasa, elbette bugünkü verilerden yola çıkılarak hazırlanma durumundadır; ancak,, yalnızca bugünkü darboğazları aşma amacını taşımamalı, geleceğin gereksinmelerine de yanıt vermeyi hedeflemelidir. Bu nedenle olması gereken madencilik düzeninin çerçevesi çizilmeye çalışılırken, belirtileri bugünlerde görünen ve geçmiştekinden çok farklı olacağı bilinen ulusal ve uluslar arası plandaki ekonomik, teknik, teknolojik, ticari, toplumsal yapı ve ilişkiler dikkate alınmalıdır. Yoksa kısa zamanda yeni bir tartışma ve ardından yeni bir yasa kaçınılmazdır.

Yeni yasa hazırlıklarının sürdürüldüğü değişik kurum ve kuruluşlardaki tüm çalışma gruplarında bütün bunların dikkate alındığına inanılmakla birlikte, bu çalışmalara belki bir katkısı olur inancıyla, bu görüşlerin sunulmasında bir sakınca görülmemektedir.

ÖNCE ADI: MADEN YASASI MI? MADENCİLİK YASASI MI?

İşe, Yasanın adından başlamak doğru olacaktır.

“Maden Yasası”.

Nedir “maden”?

Biliyoruz ki, mecazî anlamları bir yana bırakılacak olursa, “maden” sözcüğünün sözcüklerde geçen şu üç anlamı var: 1) Metal, 2) Maden ocağı ya da maden işletmesi, 3) Ekonomik yönden değer taşıyan mineral.

Peki, Maden Yasası bunlardan hangisine ilişkin kuralları düzenliyor?

- “Metal”e ilişkin kuralları mı?

- “Maden ocağına ya da maden işletmesi”ne ilişkin kuralları mı?

“Ekonomik yönden değer taşıyan mineral(ler)e” ilişkin kuralları mı?

Tabii ki bunlardan hiç biri değil Maden Yasası ile kastedilen. Burada amaçlanan, yer altındaki ekonomik yönden değer taşıyan minerallerin (madenlerin) araştırılması ve işletilmesi ile ilgili kurallar bütünü. Yani, Madencilik Yasası.

Eğer öyle ise, biz neden Maden Yasası diyoruz?

Sektörün adını tanımlarken, madencilik sektörü diyoruz; maden sektörü demiyoruz. Ama nedense maden mühendisi, Maden Dairesi, maden fakültesi diyoruz; madencilik mühendisi, Madencilik Dairesi, madencilik fakültesi demiyoruz. Neden?

Hazırlanacak yasaya Madencilik Yasası (ve ilgili örgüte de Madencilik Genel Müdürlüğü) demememiz için, hiç değilse bu konuyu sorgulamamamız, tartışmamamız için geçerli bir nedenimiz var mı?

NASIL BİR MADENCİLİK?

Madencilik, sanayi sektörünün, o da ekonominin bir alt kümesi olduğundan, bunlardan soyutlanmadan ele alınmalıdır. O halde, gelecek önemde geçerli olacak madenciliği tanımlayabilmek için önce –kolay olmamakla birlikte- geleceğin ekonomi politikalarının ip uçlarının yakalanabilmesi gerekmektedir. Bu konuda araştırmacı yazar Mustafa Sönmez özetle şöyle diyor3 : “Son 10-12 yılda Türkiye dünya ile daha çok bütünleşti. Bu bütünleşme dış ticaret hacminde, dış borçlanmada, yabancı sermaye girişinde ve kambiyo rejiminde gözlenebilmekte. Görünürde kimse bu entegrasyon sürecini yavaşlatmaktan yana değil; herkes dünya ile daha çok kucaklaşmaktan yana, herkes “globalleşme” isteklisi. Farklılık yöntemlerde, kullanılan araçlarda, taktiklerde. Öte yandan Türkiye, önüne koyduğu ihracat hedeflerine ulaşmak istiyorsa, daha çok sanayi malı üretmek, onun için de yatırım yapmak zorunda. Ve %60’larda ısrarlı hale gelen enflasyonun ana kaynağı olarak gösterilen “kamu finansman açığı”nı kapatmanın yolu –harcamalar daha fazla kısılamayacağına göre- vergi gelirlerini artırmaktır. Yani 80’li yıllarda “out” (demode) olan sanayi ve vergi, 90’lı yıllarda “in” (moda) olacak.”

İktidarın her iki kanadının seçim öncesi ve sonrası söylediklerini de anımsadıkça bu değerlendirmelere katılmamak mümkün değil. Buna göre, önümüzdeki dönemde devletin sanayiye yatırımı özendireceğini; ancak eski korumacılık anlayışının gelecekte pek görülemeyeceğini; dünya ekonomisi ile bütünleşmenin gereği/sonucu, yerli sanayinin dış rekabete açılacağını söylemek ve buradan şu iki sonucu çıkarmak mümkün müdür:

1) Sanayileşme hız kazanacağına göre, hammaddesi mineral olan sanayilerin girdisini karşılama zorunluluğu, madencilik sektörü ürünlerine talebi artıracaktır.

2) Bu talebin yurt içinden karşılanması için iktidarların, madencilerimizi geçici bir süre için de olsa kollamaya pek istekli olmamaları halinde, yakın geçmişe değin, tüm sanayimiz gibi adeta kadife kutular içinde korunan ve bunun hep böyle gideceğini sanarak kendisine çeki düzen vermeyen/vermesi sağlanamayan ve dış rekabete hazırlıksız yakalanınca da ayakta duramayan madenciliğimizin varlığını sürdürebilmesi, ancak dış piyasa ile rekabet edebilmesi durumunda mümkün olabilecektir…

Bu durumda, bir benzetme uygun düşerse, bugüne değin kasaba çayırında karakucak idare eden madenciliğimiz, orta-uzun vadede, uluslar arası minderde greko-romen stilde güreşmek zorunda bırakılacaktır. Ve gelişmeler tahmin edildiği gibi olur da madenciliğimiz yapısal dönüşümünü sağlayamaz ise, ya madenciliğimiz yok olacak, ya da madencilerimiz.

Tabii, bu argümana, Türkiye mineral varlığının henüz yeterince ortaya çıkarılmadığı, dolayısıyla, Türkiye madenciliğinin keşfedilmeyi beklediği, bunu birilerinin mutlaka yapacağı ve dolayısıyla Türkiye’de madenciliğin yok olmasının söz konusu olamayacağı; bu nedenle madencilik sektörüne birazcık omuz vermek ile büyük bir potansiyelin harekete geçirileceği; uygulamada binbir yolu bulunan korumacılığın tarihe karışacağı görüşünü de fazla abartmamak gerektiği, çükü iktidarların yerli sermayeyi hepten yok saymasının mümkün olmadığı; korumacılığa karşı mücadelenin şampiyonu ülkelerin bile kendi sanayilerini, kendi çıkar gruplarını korudukları; madenciliğin böylesine kendi haline bırakıldığı son yıllarda bile sanayimizin büyük çoğunluğunun %60-70’lere varan oranlarda korunduğu gibi haksız olmayan gerekçelerle itiraz edilebilir. Ancak yine de bütün bunlar yaklaşımın özünü değiştirmez.

Buradan hareketle Türkiye’de gelecekte uygulanacak maden işletmeciliğinin her halükarda olabildiğince çağdaş ve rasyonel olmak durumunda olduğu söylenebilir. Rasyonel madencilik; kamu, maden işleticisi, çalışanlar ve doğal çevre (ya da doğal çevre koruyucuları) gibi konuya taraf olanlara göre değişebildiğinden, bütün bunları gözeten bir optimum bileşke olarak algılanmalı, ve bu bileşkenin bileşenleri de şunlar olmalıdır:

- Günün teknik, teknolojik ve ekonomik koşullarında maden olarak nitelenebilecek mineralin, deyim yerindeyse, bir gramı bile yer altında bırakılmamalı ya da atık olarak atılmamalıdır. Ve bu, statik bir yaklaşım olarak görülüp, işletme izninin alındığı günlerde bir kez yapılacak bir planlama ile geçiştirilmemeli, işletmenin ömrü boyunca sürekli revize edilecek dinamik bir işleyiş olmalıdır. Bu işleyiş, yalnızca işleticinin kârını ençoklaştıracağı (maksimize edeceği) için değil, ondan daha önemlisi, kamu yararı gereği nedeniyle yapılmalıdır. Çünkü burada maden işletmeciliğinin ekonominin diğer sektörlerinden ayrılan tarafı ön plana çıkmaktadır. Bir tarım işletmesinde, bir hizmet sektöründe ya da imalat sanayinde işletmeci; ürünün türünü, miktarını, kalitesini ve üretim programını belirlemede özgür davranabilir; liberal ekonomide, kendisini bağlayan herhangi bir anlaşması yoksa, kimse ona bir şeyi dayatamaz. Ancak, kamusal bir potansiyel zenginliği harekete geçirme iznini belirli koşullarla almış – ve bu koşulları, ilgili daireye verdiği ve bir anlamda “niyet mektubu” işlevinde olan yapılabilirlik raporunda belirtilmiş- olan maden işletici, aynı özgürlüğe sahip değildir. İşletici bir kamu kuruluşu da olsa, bir özel kuruluş da olsa, kurala uymak durumundadır.

- Çağdaş anlamda maden işletmeciliği, arama ve geliştirme-tesis dönemlerinde diğer sektörlere göre çok daha büyük miktarda parasal harcamaları ve kendine özgü teknik bilgileri gerektiren, riski fazla bir sanayi dalıdır. Ve üretime konu olan varlıklar kamusal nitelik taşıyan, yüzmilyonlarca yılda oluşmuş, dolayısıyla da yapılacak hatanın bedeli oldukça yüksek olan varlıklar olduğundan, maden işletmeciliği herkesin harcı değildir; herkesin doğuştan kazandığı bir hak da olmamalıdır. Ve istemleri değerlendirmek durumunda olan dairenin, kamu adına hareket edenlerin de bu ilkelerden taviz verme hakkı yoktur. Bu nedenle ilgili daire daha işin başında, yeterli niteliklere sahip olmayanları ayıklamak üzere seçmeci (selektif) bir tutum izlemelidir.

- Maden işletmeleri işçi sağlığı ve iş güvenliğinde ILO normlarına uyulmalıdır.

- Madenlerde çalışanların (mühendisler dahil) ekonomik, demokratik hakları güvence altına alınmalı ve diğer iş kolları ile birlikte geliştirilmelidir.

- Maden işletmelerinin çevreye olan olumsuz etkisi mümkün olan en alt düzeye indirtilmelidir. Bu ilke, madenin arama ve işletme döneminde olduğu gibi, terk döneminde de gözetilmelidir. (Ancak burada şunu da vurgulamakta yarar var: Son zamanlarda bilerek ya da bilmeyerek yaratılmak istenen ve nerede ise doğaya kazma vurmayı yasaklayan, işi bir fetişizme kadar vardıran sakat bir çevre koruma anlayışında madenciliğin esamisi okunamayacağından, burada kastedilen bütünüyle farklı bir şeydir.)

- Madenciliğe yatırım yapılmasını sağlamanın yolları bulunmalıdır. Bunun için, madencilik sektöründe önemli bir payı olan KİT’ler özerk yapıya kavuşturularak eli kolu bağlı olmaktan kurtarılmalı, ve çok daha risksiz, altyapısı gelişmiş ve Devletin açık desteği olan sektörler dururken madenciliğe itibar etmeyen sermayenin madenciliğe yatırım yapmasını özendirmek amacıyla, bu sektöre finansman, danışmanlık, altyapı, eğitim, vergi kolaylığı vb gibi konularda -en azından geçiş süresi için ve diğer sektörler ile rekabet edebilecek düzeyde- devletin yoğun desteği sağlanmalıdır.

Bütün bunlar elbette bilinen ve zamanında iyi niyetle hazırlandığından kuşku duyulmayan halihazırdaki yönetmelikte, eksiği ile de olsa, yanlışı ile de olsa öngörülen doğrulardır. Bu nedenle burada söylenenlerin yeni bir şey olmadığı öne sürülebilir. Ancak, uygulamanın bir yasak savma, bir formaliteyi yerine getirme olmadığı söylenebilir mi? Ve sonuçta uygulamada, örneğin fenni nezaretçisinin ücretini vermekten aciz kişilerin birkaç milyar liralık yatırımı öngören projelerine; ya da güzelim doğa harikası mermerlerin yarısından fazlasını ziyan etmeyi baştan kabul eden yöntemleri esas alan projelere ruhsat verilmesi gibi hiç ikna edici açıklaması olmayan kara mizah örnekleri ortaya çıkmaktadır.

 

------

1) “Mukaddime”nin, değerli meslektaşım Tayfun Özuslu’nun kaleminden çıktığı, üsluptan anlaşılabilmektedir.

2) Madenciliğimizde Reform Sorunu, TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 1973, Ankara.

3) Cumhuriyet Gazetesi, (20.4.1992).

0562896